İstanbul film festivaline ilk kez 13-14 yaşlarımda gitmeye başlamıştım. O zamanlar annem ve babamın film zevkleriyle yönlendiriliyordum. Bergmanlar ve Tarkovskiler, benim için hiç anlaşılmayan siyah beyaz filmler çeken yönetmenlerdi. Film bitse de eve gitsek diye düşünürdüm, ama bir yandan genç olmayı yeni yeni keşfeden ve bağımsızlığını almaya hazırlanan bir kız için ailesiyle de olsa Beyoğlu’na gitmek çok önemli bir şeydi. Sonra yaşım ilerledikçe o yönetmenleri anlamaya çabaladım ve tezini yazacak kadar sevdiklerim oldu aralarında. Ama haksızlık etmeyeyim, annem ve babamın beni götürdüğü filmlerden biri de, Emek Sineması’nın balkonunu alkışlarla sallamaya yetecek bir güç yaratan Woodstock belgeseliydi. Tabi ki ilk ve tek gerçek Woodstock’tan söz ediyorum. Sonra yeni Woodstock’lar oldu, yeni akımlar çıktı, yeni müzik türleri rock dışındaki her türlü ismi verdiler kendilerine. Benim 1980 sonrası yozlaşan jenerasyonumun yansımalarını her sene festivaldeki filmlerde de görür olduk.
Babamların gençliğinde İstanbul Festivali tüm sanatları içinde barındıran kocaman bir festivalmiş. İşte sonra sözünü ettiğim dalların budaklanması oldukça türlere ayrılmış ve o kuşak için asla izleme şansı bulamayacakları filmleri beyazperdede seyredilmek şahane bir şeymiş. O zamanlar tabi ki şimdiki gibi internetten film indirmek, dvd kopyalamak vs. gibi işlemler mümkün değil. Sonra yaşım asilik dönemine ilerledikçe, film festivalinde film seyretmek, bizim için okuldaki tayfayla gidilen, süslenilip püslenilen, kadife ceket arasına Cumhuriyet gazetesi konulan, çıkışta bir şeyler içilen, yeni insanlarla yeni filmler üzerine sohbet etme şansları bulunan bir sosyal etkinlik haline geldi. Bir de festival insanları vardır, birbirine benzerler giyimleriyle, sanki bir filmden fırlamış gibi naif, gözlüklü, şallı, gazeteli ve kahve içen, birazdan diyaloga gireceklermiş gibi bir halleri vardır, onlar da asla değişmez. Açıkçası benim için, 30 yıllık festivalin en keyifli ve naif dönemi bu dönemdi, yani ekteki fotoğrafta güzelim eski biletlerden bir örneği gördüğünüz 17.-18. festival dönemi. Belki de benim kendimi keşfettiğim bir döneme denk geldiği içindir, ama o yıllarda izlediğim filmler, hep kişiliğimin ve hayat felsefemin oluşmasına denk gelen filmler olmuştur. Aşkın ne kadar tesadüflere ama aynı zamanda da kadere bağlı olduğunu Claude LeLeouch’un Talih ve Tesadüfler filminden öğrenmiştik kızlarla. Hayatı sorgulayıp dönüştürmeye en azından teorik olarak ilk kez o yıllardaki Devrimden Önce filmi ve benzerleriyle karar vermiştik tayfamızla. Şimdi tayfamız durmuyor ama fikirlerimiz duruyor.
Sonra ne oldu peki… Hayat pahalandı, bireysellik arttı, teknoloji ilerledi, gündeme ve sanata siyaset erkleri ve sermaye karar verir oldu, insanlar artık kendileri olmaktan uzaklaştı. Üniversite yıllarımda festivale daha az gider oldum, ne ilginç aslında tam tersi olması gerekirdi değil mi? Dersler, yarım gün çalışarak ekmek parası kazanma derdi, filmlerin daha kolay bulunabilme olanakları derken, festival benim için biraz lüks oluverdi. Artık o renkleri biletler yerini Biletix’in tek düze mavi biletlerine, Emek ve Alkazar Sinemaları yerlerini bomboş birer griliğe bıraktı, sanırım Beyoğlu Sineması da aynı kaderle karşı karşıya. Ama sevindirici bir şeyler yok mu? Var… Halen güzel, hem de çok güzel filmler çekilmeye devam ediyor en azından! Daha yapım aşamasından sıcak sıcak taze çıkmış filmleri, halen teknolojiye ve bireyselliğe inat festivalde izleyebilmek bir tane de olsa, benim için çok güzel bir mutluluk. Bilet fiyatları da biraz düşürüldü, bu da cabası… Ustalara halen Saygı kuşağıyla babamların kuşağına da saygı duymuş oluyoruz, yeni yönetmenler ile kendi yozlaşan kuşağıma da… İşte festivalin bu gelişim tablosu, benim gençliğimden bugüne dek gelen yıllarla çok paralel ilerledi, benim değişime direnen yanlarım oldu, festivalin de… Benim direnemeyen yanlarım oldu, festivalin de; birlikte olgunlaştık sanırım. Ama sakın özümüzü kaybetmeyelim olur mu yaşlanırken!
Sevgiler
Işıl Çobanlı